21 Haziran 2013 Cuma

ABDÜLAZİZ DÜŞERKEN



Sultan II. Abdülhamid çok karışık bir dönemde geçmişti devletin başına.
Onun tahta çıkmasından üç ay evvel, amcası Sultan Abdülaziz bir darbe ile tahttan indirilmiş, ardından bir suikast ile öldürülmüştü.


Sultan Abdülaziz, tahttayken dünyanın en güçlü ordusunu kurmuştu. Dünyadaki tüm modern silahlar ve donanımları ordusuna katmış, baştan sona modern ve süper güçlü bir ordu meydana getirmişti. Bazıları  cahilliklerinden Osmanlı'ya ''gerici, yobaz, cahil'' der, bazıları ise art niyetinden.. Fakat Sultan Abdülaziz dönemi biraz incelenirse, geri kaldığı söylenilen dönemde dahi Osmanlı'nın ne derece ileri bir medeniyete kavuştuğu görülür.


15 yıllık saltanatında ülkenin her alanda gelişimi için gecesini gündüzüne katan, ilerleyen Avrupa'daki gelişmeleri bizzat gidip kendi gözleriyle gören Sultan Abdülaziz, Osmanlı'yı bu şekilde geliştirmesinin ve tekrar dünyaya hakim olma planının bedelini ne yazık ki hayatıyla ödedi.


Hani ülkemizde her on yılda bir darbe yapan batı var ya, işte bu işe Sultan Abdülaziz ile açıktan başlamışlardı. Sebep de asla değişmedi ; Güçlü bir Osmanlı, güçlü bir Türkiye, güçlü bir Müslüman birliği istemiyorlardı.


Sanayi devrimi adında bir şey gerçekleşmişti İngiltere'de, ve bu sanayinin yürümesi için enerjiye ihtiyaç vardı. Fakat sanayi devrimini başlatan Avrupa'da hiçbir enerji kaynağı yoktu. Dünyadaki tüm enerji kaynaklarının üzerinde ise ''Osmanlı'', yani ''İslam Birliği'' oturuyordu.


''Osmanlı, İslam birliği miydi?''

Evet.

Hatta birçok resmi yazışmada ''Devlet-i Aliye-i Muhammediye'' olarak geçerdi. Zira kendilerini, Hz. Peygamber'in Medine'de kurduğu devletin devamı olarak görüyorlardı. ''Bizi yükselten gücümüzün kaynağı, dinimize olan bağlılığımızdır.'' diyorlardı.


Avrupa, ihtiyaç duyduğu enerjiyi elde etmek ve ardında kendileri için her zaman tehdit olmuş ve olacak bir Osmanlı bırakmamak için masa başında toplandı ve o güne kadarki en büyük haçlı seferini yapma kararı aldı. Tabi enerji kaynaklarına talip çoktu, bu yüzden diğer taliplerle de savaşılması gerekiyordu. Kazanan enerjiyi kapacaktı, ayrıca yeni kurulan dünya düzeninin de lideri olacaktı.


Fakat 600 yıl Avrupa'ya dayak atmış bu köklü devleti yıkmak hiç kolay olmayacaktı. Hele ki dışarıdan yıkılması, savaşta yıkılması falan söz konusu dahi olamazdı. Birileri Osmanlı'nın yıkılıp parçalara ayrılacağını söylese, duyanlar buna bir taraflarıyla gülerlerdi. Bugün tarih kitaplarının ''yıkılmaya yüz tutmuş'' diye anlattıkları, ''geri kaldığı için yıkıldı'' diye lanse ettikleri Osmanlı'dan bahsediyorum.


Yıkılmaya yüz tutmuş, çökmek üzere dediğiniz devlet 1796 yılında Amerika'yı haraca bağlamış.

Trablus Antlaşması
Denizlerde Osmanlı bayrağını gören korsanlar, o gemiye saldırmayı hayal dahi edemezken,
Amerika'nın tarihinde yabancı bir dille (Türkçe) imzaladığı tek anlaşma Osmanlı ile iken,
O gün masonlar tarafından dünyanın yeni süper gücü olarak hazırlanan Amerika'nın sürüyle gemisi, Osmanlı donanmalarının eline geçmişken,
O kadar dost ve müttefik Avrupa Devleti dururken, Amerika Osmanlı'dan yardım istemişken,
sen hangi yıkılmaktan, hangi geri kalmışlıktan, hangi çöküşten bahsediyorsun arkadaşım?
Okul kitaplarından öğrendiğin tarihle gelip ahkam kesme bana.


Yıkılmaya yüz tutmuş veya geri kalmış bir Osmanlı'da, darbeler yapmaya, askerleri paşaları satın almaya, tüm dünyayı üstüne salmaya gerek olmazdı di mi?
Zira Sultan Abdülaziz ile başlatılan modernleşme ve ilerleme hamlesi, tüm dünyanın tabiri caizse ''ödünü koparmış'' idi. Ve Osmanlı'nın bu şekilde büyümemesi gerektiği için, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesi şarttı.


Bu köklü imparatorluğu dışarıdan yıkmak imkansız olduğu için, tek umut içerisi idi. Ve içeriye öyle güzel sızmışlardı ki, ordu komutanlarından, paşalarına, sadrazam (başbakan)larına kadar her yerdeydiler. ''Bu Osmanlı'yı savaşta yenemezsiniz. Fakat zayıf bir yönleri vardır; sonradan Müslüman olanları başlarına taç ederler, bunların aralarına yalandan din değiştirmiş adamlar sokun, içten yıkın.'' dediler.


Nitekim de öyle oldu, Osmanlı'nın içine gerçek kimliklerini gizleyerek, ''Müslümanız'' diyerek sızdılar. Çünkü Osmanlı'da gayrimüslimler ne askere, ne de devlete kabul edilirdi. Elbette bunun dışlama ile bir alakası yoktu, onlar gayrimüslimleri ''misafir'' olarak adlandırırlardı. Gayrimüslimlerin malı, canı ve tüm hak ve özgürlükleri devletin koruması altındaydı. Ayrıca bir gayrimüslimin devlette veya orduda yer alması, her zaman bir potansiyel tehlike demekti. Nitekim ne zamanki gayrimüslimler orduya ve devlete alınmaya başlandı, o zaman devletin adım adım yıkılışı vuku buldu.

Hüseyin Avni Paşa
Osmanlı'da gayrimüslimlerin devlet ve orduya alınmaları, Sultan Abdülmecid zamanında imzalan Islahat Fermanı ile başlamıştı. Avrupa, Osmanlı'ya baskı yaparak hazırlattığı bu fermanı, elbetteki insan haklarını düşündükleri için değil, Osmanlı'nın içine sızmak için hazırlatmıştı.

Midhat Paşa
Zaten yeterince hain kaynayan devlet ve ordu, bu fermanla daha da ateşe atılmıştı. Öyle hainler, öyle kilit makamlara gelmişti ki, tüm plan tıkır tıkır işliyordu.


Ta ki Sultan Abdülaziz tahta geçip olağan dışı bir büyüme gösterene dek..
Acilen bir şeyler yapılmalı, Osmanlı'nın büyümesi durdurulmalı, Abdülaziz tahttan indirilmeli ve hedeflenen işgal için uygun ortam hazırlanmalıydı.

Mehmet Rüşdi Paşa
Plan ilk önce ekonomik yönden darbeler vurmaktı, bu, gelişimi yavaşlatacak ve halkı huzursuz edebilecekti.
Daha sonraki plan isyanlar çıkarmaktı.
1875 yılında aniden Balkanlar ve Mısır'da çıkan isyanlar, buralarda öldürülen Müslüman halk, Osmanlı'yı zor bir duruma sokmuştu.


Gerekenler yapılmış ve Sultan Abdülaziz üzerinde bir baskı oluşmuştu.
Fırsat bu fırsattı.
Tüm bu planlı ve dış kaynaklı olaylardan hükumetin sorumlu olduğu söylenmiş ve 12 Mayıs 1876'da sadrazam Mahmud Nedim Paşa görevden alınmış, yerine Mütercim Mehmet Rüşdi Paşa,
Şeyhülislam Hasan Fehmi Efendi görevden alınmış, yerine Hasan Hayrullah Efendi ,
Seraskerliğe (genel kurmay başkanı) de Hüseyin Avni Paşa getirilmişti.


Ve bu geniş kadro değişikliğinden sadece 18 gün sonra, yani 30 Mayıs 1876 'da Sultan Abdülaziz, bir hükumet darbesi ile tahttan indirildi.


Tabi bu arada yerine geçecek veliaht şehzadeyi de olabildiğince bu görev için hazırladı Avrupa devletleri. Şehzade V. Murat, İngiliz veliahdı 7. Edward ile tanıştırılmıştı. Veliaht Edward'ın görevi, şehzadeye kendi fikirlerini empoze etmekti.

VII. Edward
Sosyal bir kulüp diye tanıttığı bir mason locasına kendisini üye yaptı. Fakat Edward, şehzadenin yakında padişah olacağını bildiğinden, kendisini daha ilk günden 33. derece üstad mason yapmıştı.

Artık şehzade de hazırdı.
V. Murad
30 Mayıs 1876 günü, isyanlar çıkarılmış ve sarayın etrafı ablukaya alınmıştı. Padişahı indirmek için gelen kadro işini yapmış ve padişahı tahttan hal etmişlerdi. Midhat Paşa ve avenesi mutluydu artık, Avrupalılar da öyle..


Fakat İngiltere, tahttan indirilmesine rağmen Abdülaziz'i hala bir tehdit olarak görüyordu.
Kendisini III. Selim'in boğdurulduğu odaya hapsetmişler ve dış dünya ile tüm bağını kesmişlerdi.
Fakat bu İngiltere için yeterli değildi.
Abdülaziz'in elbette seveni çoktu, ve böyle haşmetli bir padişahı elbet birileri tekrar başa getirmek isteyebilirdi.


İngiltere, tarihin en büyük sömürüsünü başlatmak için katettiği bu kadar yolu asla riske atamazdı.
Abdülaziz'in tamamen ortadan kaldırılması gerekiyordu.


Hal edilişinden beş gün sonra, tutsak bulunduğu Fer'iye Sarayında Kur'an-ı Kerim okurken kapıya Fahri Bey isimli baş hizmetkar ile üç pehlivan gelir. Abdülaziz olacakları anlamıştır.
Kloroformlu bir bez ile ağzı kapatılır ve yarı baygın hale getirilir.
Dördü birlikte Abdülaziz'in üstüne çullanırlar ve bileklerini keserler.
Abdülaziz yerdedir, fakat henüz ölmemiştir. Saatlerce yarı baygın halde kalmış ve acı çekerek vefat etmiştir.
Hüseyin Avni Paşa içeri girip cesedi kontrole geldiğinde, Abdülaziz ile göz göze gelmiş fakat odadakilere öldüğünü söylemiştir. Günlerce doktor çağırılmamış, otopsi yapılmamıştır.


Ne acıdır ki, Midhat Paşa önderliğinde yapılan bu suikaste ''intihar'' süsü verildi.
İngilizlerin ölmesini istediği bir adam, nasıl olmuştu da kendiliğinden intihar etmişti zaten?
Bu suikastin hemen ardından da eşi aynı şekilde bilekleri kesilerek katledilip ve ona da intihar süsü verildi.


Sultan Abdülaziz saltanatı boyunca vatanı ve milleti uğruna ne yapmamıştı ki...?
Hayatı boyunca zemzem suyu içen, Mekke ve Medine kutsal topraklarından gelen mektupları dahi, hasta yatağından kalkıp abdest alarak ayakta dinleyen, Çeçenistan'da Rus işgali ve zulmüne karşı direnen Şeyh Şamil'e yardım eden, bu uğurda Rusya'ya tehditler savuran, ülkenin her tarafını demir yollarıyla sarmaya başlayan ''gerekirse sırtımdan geçsin'' diyen, Osmanlı ordusunu ve donanmasını dünyanın en büyük ve modern ordularından biri yapan, halkı için her şeyi yapmaktan çekinmeyen bir sultan, böyle düşmüştü...


Allah tarafından mübarek kılınan Osmanlı hanedanının, mason yapılan padişahına bile ülkesine ve dinine ihanet etmek nasip olmamıştır. V. Murad, Midhat Paşa ve avenesine dolayısıyla Avrupa devletlerine verdiği hiçbir sözü ve vaati ''hatırlamıyorum'' diyerek yerine getirmemiştir. Bunun sonucunda da yalnızca 3 ay kalabilmiştir tahtta.


Abdülaziz düşerken büyük bir devlet bırakmıştır ardında. Ama ne var ki büyük devletin hainleri de büyük olmuştur.