30 Kasım 2014 Pazar

HARF İNKİLABI


Selamın aleyküm.

Birçok yerde, birçok insanla tartıştığım bir konuyu biraz da sizinle muhazara etmek istiyorum. Birçok meselede hemfikir olduğumuz okuyucularım da var, birçoğunda uzlaşamadığımız okuyucularım da.. Ve böyle olmasından dolayı da çok müteşekkirim aslında. Gerek düşündüğüm ve inandığım şeylerde o kadar da yalnız olmadığımı görüyor, gerekse de muhalif olanlardan gelen farklı fikirlere kulak veriyor ve farklı yönlerden de bakabiliyorum.

Bugün bu yazıda yapacağım şey de, her zaman olduğu gibi, doksan senedir maruz kaldığımız bir hipnozdan uyanmamız için bir parmak şıplatma olacak.


Çok fazla tabusu olan insanlarız. Dogmalarımız var ve onlar hakkında yapılan yorumlara bile katlanamaz hale gelmişiz. Ama benim buradaki amacım, bir taraftan her yerde ''sistem kötü'' eleştirileri ile başlayan ve sisteme dair her şeyi yerden yere vuran insanların, diğer yandan bu sistemin kurucularına ve sahiplerine asla ve kat'ha laf ettirmediklerinin farkına varmalarını sağlamaya çalışmak.


Fikirleri değişir değişmez, savundukları şeyleri yine savunurlar veya savunmazlar bu önemli değil. Önemli olan şey, inandığı ve savunduğu şeyleri doğruları ve yanlışlarıyla kabul etmeleri. Kısacası kıvırmamaları.


Bu yazının konusu harf devrimi. Başlıkta bir sorun arıyorsanız eğer, aramayın. Başlık gayet düzgün..
Nedenleri, sonuçları ve bu konunun önemi hakkında Dil Savaşları ve Asimilasyon isimli bir yazı yazmıştım. Lakin yine de bazı şeyler konuşmak istiyorum bu konuda. Çünkü biliyorum ki benim karşılaştığım tarzda muhalefetlerle siz de karşılaşıyorsunuz ya da karşılaşacaksınız. Bunun yegane sebebi de ülkemizdeki muhalefet anlayışının tamamen aynı olması. Asla farklı bir muhalefet söz konusu değil bu ülke topraklarında. Bir şeyleri savunanlar, savundukları şeyi yanlışlarıyla da olsa körü körüne savunuyorlar çünkü.


Onlar için savunma yöntemi, bugüne kadar kendilerine öğretilenleri tekrar etmekten başka hiçbir şey değil. Yüz yıldır klişeleşen şeylerle bir şeyleri açıklamak, bir şeyleri savunmak istiyorlar. Tıpkı ''Atatürk olmasa babanı tanımazdın'' diye kargaların bile güldüğü şeylerle yapılan muhalefet gibi. Bu gibi insanların babalarını Mustafa Kamal belirlemiş olsa gerek ki, öyle diyorlar sürekli.

Hipnoz devam etmekte
Her neyse.

Harf devrimi denilince muhaliflerin, muhalefet temelleri asla değişmez;

1. Okuma yazma zordu
2. Türkçe konuşup, Arapça yazmak zordu
3. Arap harfleri Türkçe'deki sesleri karşılayamıyordu
4. Çağın şartları bunu gerektiriyordu
5. Arap harfleriyle ticaret yapmak zor oluyordu, bütün Avrupa Latin alfabesi kullanıyordu
6. Biz Arap mıyız Arap alfabesini kullanalım
7. Arap harfleri gelişmeye engeldi
8. Atatürk olmasa babanı tanımazdın
9. Çok sıkıldım
10. Yerim çok dar
11. Senden çok var.


Şimdi öncelikle okuma yazmanın Arap harfleriyle zor olması konusundan başlayalım.
Okuma yazma Arap harfleriyle asla zor falan değildi, zira bugünden örnek vermek gerekirse; bizler kışın okulda, eğitim sisteminin bize dayattığı şekilde Latin alfabesini öğrenerek büyüdük, fakat yazları da Kur'an kurslarında Arap harflerini ve Kur'an okumasını öğrendik. Ve ellerimizdeki o Elif-Ba kitaplarıyla alfabe öğrenmemiz birkaç haftamızı aldı en fazla. Anlama kıtlığı yaşayanların bile maksimum bir ayda öğrendiği bir alfabe idi Arap alfabesi. Üstelik bir de Latin alfabesi biliyorken..


Kaldı ki, bu millet İslam'a geçtiğinden beri Arap harflerini kullandı. Yaklaşık 1200 yıl boyunca kullanılan bu alfabe, 1200 yıl boyunca hiçbir sorun oluşturmadı da, İslam Birliğinin ve Müslümanların yeryüzünden silinmesinden sonra mı sorun teşkil etmeye başladı?

1200 yıl boyunca kimse bu alfabenin zor öğrenilmesinden şikayetçi falan olmadı da, bir anda alfabenin zor olduğuna mı karar verildi?


Yapmayın Allah aşkına. Beş yaşındaki çocukların bile bu alfabeyi çok ama çok rahat ve kolay bir şekilde öğrenip, Kur'an okumaya başlaması bu alfabenin yeterince kolay olduğunu kanıtlamıyorsa, daha ne kanıtlayacak?


Hele ki, bize okulda öğretilen şu mantık ucubesine ne demeli;
''Türkçe konuşup Arapça yazmak çok zor oluyordu.''

Bu ifade, bir milleti ve bir nesli tam anlamıyla geri zekalı yerine koymaktır. ''Siz o kadar geri zekalısınız ki, size her boku söyleriz çünkü sorgulamadan inanır ve onu savunursunuz'' demektir bu. Zira aynı şekilde bizlere Latin alfabesini ''Yeni Türk Alfabesi'' olarak yutturmadılar mı yıllarca?


Arapça yazmak ile Arap alfabesini kullanmak ayrı şeylerdir.
Arap harflerini kullanarak İngilizce kelimeler de yazabilir ve okuyabilirsin. Zira Libyalı ve Suriyeli olan bazı arkadaşlarım aynen de öyle yapıyor. Kaldı ki bilakis Latin alfabesi Türkçe'deki sesleri tam olarak karşılamaz.

En basitinden bir örnek vereyim; Buse kelimesini nasıl okuyoruz? Buse diye mi, yoksa Buuse diye mi? Çift ''u'' var di mi okurken, aynen öyle. Hakan kelimesi? Haakan diye telaffuz edilmiyor mu? E hani nerede Latin alfabesinin Türkçedeki mükemmel uyumu? Ve bunlar benim aklıma ilk etapta acele ile gelen örnekler, üzerine düşünsem boyum kadar bir liste bile yaparım.
Yani mesele bu da değil.


Çağın gerekleri, ticaret ve gelişme meselesine değinirsek kısaca;
Bu üç değerlendirme de yine saçmadır. Zira alfabenin ne çağ ile, ne ticaret ile ne de gelişme ile uzaktan yakından alakası olamaz. Eğer alfabe bunlara engel olsaydı, Japonya ve Çin o tuhaf alfabeleriyle şuan dünyanın en büyük teknoloji üssü ve ticaret devi olamazlardı. Haksız mıyım?

Çin dünyanın bir numaralı ticaret merkezi. Dünyanın her yerine kendi mallarına ihraç ediyorlar. Fakat kullandıkları alfabe, bizim bildiğimiz türden alfabe bile değil. Acayip acayip şekiller. Peki bu alfabe Çin'in ticaretine engel oldu mu? Şuan dünyanın tartışmasız bir numarası Çin bu konuda.


Japonya'ya gelecek olursak, kendileri de dünyanın teknoloji merkezi. Bütün batılı ülkelerden çok daha gelişmiş bir teknolojiye sahip. Bütün dünyaya teknoloji pazarlıyorlar. Peki Japon alfabesi bu gelişime, bu teknolojiye herhangi bir sınır veya engel getirdi mi?


Tabii ki hayır. Çünkü alfabenin bunlara engel olduğunu söylemek kara cahillikten ve halkı da geri zekalı yerine koymaktan başka bir şey değildir. Hakeza şuan Arap ülkeleri, dünyanın en zengin ülkeleri. Dünyanın finansal merkezi kesinlikle Arap ülkeleridir. Hatta son zamanlarda Avrupa ve Amerika'daki bütün futbol kulüplerini satın almaya başladıklarını ve petrol yataklarının neredeyse tamamına sahip olduklarını hatırlarsak, kullandıkları Arap alfabesinin yine bu gibi şeylere engel olmadığını görürüz.


Peki amaç neydi?
Bunu İsmet İnönü'den, yani bu devrimi yapan iki adamdan biri olan kişiden tekrar dinleyelim;

''Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegane sebebi, alfabenin öğrenilmesinin zor oluşu değildi. Devrimin temel gayelerinden biri; yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.. Böylece yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazıyla çıkan eserleri de biz denetleyecektik.. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunamayacak; dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.''


Mesele tamamen bundan ibarettir. Bundan başka hiçbir gaye aramak gerekli değildir, abesle işgaldir. Rusya'da komünist devrim oldu, fakat harfleri değiştirmediler. Tarihlerini ve kültürlerini özünden bu kadar mesnetsiz ve gereksiz yere koparmadılar. Müslümanlar bin yıl dünyaya hükmetti, fakat batılılar veya uzak doğulular alfabelerini ''e çağın gerekleriiiii'' diye asla değiştirmediler. Kimlerin diliyle ve diniyle oynandığını bilmek istiyorsanız, Ortadoğu ve Afrika haritalarına ve tarihlerine bakın.


Afrikalarının dinleri de dilleri de ellerinden alındı Ortadoğu'da aynı şey tarihle ve ekonomi ile yapıldı. Şimdi geriye baktığımızda 1923'ten öncesi yok edilmiş bir tarih tezimiz var. Kendi tarihimizi yabancılardan öğrenmek zorunda kalıyoruz. İngiltere ve Fransa'ya gidiyor ve dönemin eserlerini ve arşivlerini arıyoruz, elimize alıyor ve okuyoruz. Fakat kendi tarihimizi kendi arşivlerimizden çıkarmak bir yana dursun, çıkardığımızda anlayamıyoruz.


İsrail diye bir ülke kuruldu ve harf devrimini tersine yaptılar. Kendi alfabelerini yani İbranice'yi kullanmaya başladılar. Ayrıca şunu eklemezsem çok ayıp ederim; harf devriminden sonra dahi Mustafa Kamal bile eski yazıyı kullanmıştır. Hatta ve hatta Aziz Nesin bile yazılarını önce eski yazıyla yazmıştır. Yeni yazının düşüncenin akışını bozduğunu ve yazmanın daha zor olduğunu söyler Aziz Nesin.


Yazıyı bazı yazar ve düşünürlerin sözleriyle bitirelim;

''Bir milleti işgal etmek isterseniz, askeri istilaya lüzum yoktur. Tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden uzaklaştırmak ve dolayısıyla manevi değerlerini ve ahlakını yozlaştırmak kafidir. Yeryüzünde bir tek memleket gösterilemez ki, orada gençler kazara milli kütüphanelerine girerlerse, bir tek eser okuyamadan gitsinler. Böyle bir katliam hiçbir memlekette ve hiçbir memleketin tarihinde yoktur.'' Peyami Safa, Arap Harfleri


''Her ülkenin alfabesi Kutsal Kitabının alfabesidir. Tek istisna Türkiye. Kendi Kutsal Kitabını okuyamayan tek millet bizim milletimiz. Bu adamlar alfabeyi neden değiştirdiler? Bilim ve teknikte ilerlemek, kalkınmak için. Oysa kalkınmanın alfabeyle alakası yok. Güney Amerika ülkelerinin tamamı Latin alfabesi kullanır, hepsi de geri kalmış durumda. Oysa Japonlar 1500 harflik alfabeleriyle ilerledi, kalkındılar. Şu bir gerçek, harf devriminin tek bir gayesi vardı; Milletimizi dininden tarihinden ve kültüründen koparmak.'' Metin Köse, Aynadaki Kemalizm


''İslam harflerinin ilerlememize mani olduğunu ileri sürenler, Avrupa'nın bizi yok etmeye karar vermiş yazarlarıydı. Bir Volney, bir Baron de Tott vs. İslam'a düşmandılar. Başlıca hedefleri bizi tarihimizden, irfanımızdan bir kelimeyle İslam'dan kopartmaktı. Bu bedbaht telkinler önce birçok dürüst Türk münevverini de büyüler gibi oldu. Sonra meselenin vahametini kavramakta gecikmediler.'' Cemil Meriç, Kültürden İrfana


''Eğer medeniyet, milli gelir alfabeyle artsaydı; Ruslar, Çinliler, Japonlar alfabe değiştirirdi. Kendi alfabesini değiştiren hiçbir millet yok. Olmayacak da. Öyleyse bu çılgınlığın sebebi ne?'' Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferansları


''Bu milletin bütün kütüphanelerini yaktılar. 1929'da ilk mektebi bitiren nesil, kendini bir çöl ortasında buldu. Yeniden başladı alfabeye ve ölünceye kadar alfabede kaldı. Sonraki nesiller hep aynı yokluk, hep aynı sefalet içinde çırpındılar. 1929'da okuma-yazma bilenler, 1930'da analfabet (okumaz-yazmaz) durumuna düştüler. Ve kendilerine zorla kabul ettirilen dili çelik korse gibi, bir Çinlinin ayakkabısı gibi, ezip büzen bu yabancı harflere hiçbir zaman ısınamadılar. Yeni nesiller ise 10-15 yılda şişirilen, sözde milli, bir kütüphane buldular. Ama bu kitapların dili boyuna değişiyordu. Her maskaralığı alkışlamaya zorlanan ve bu şakşakçılığı bir refleks, bir insiyak gibi uzviyetine sindiren şamar oğlanı burjuvazi!'' Cemil Meriç, Jurnal


''Osmanlı rahatsız ediyordu Mustafa Kemal'i. Silinmesi gereken bir vesika idi yakın tarih. Mazi, zaman zaman gevezelik ediyordu. Dil devrimi, Selanik'in İstanbul'a isyanıdır. Osmanlı ordusu, Osmanlı teşkilatı, Osmanlı mirası yok edilemezdi. Ama nesillerin birbirleriyle olan devamlılığı bozulabilirdi. Harf inkılabı 600 yılı rafa kaldırdı. Ve tarihsiz bir memleket ibda etti.'' Cemil Meriç, Mağaradakiler 


''Kemalist modernleşme hamlesinin önemli köşe taşlarından biri olan harf inkılabı, toplumun genel kültür düzeyine katkı bulunmaktan çok. Halkın tarih ve dinle ilişkisini kesmekte işe yaradı. Böylece geçmişle bağlar, devlet ve devletin istediği tarzda ilgilenen tarihçiler tarafından kullanılmaya başlandı. Bu tarihçilerin esas işlevleri ise ''kozmopolit, karışık, şarklı, geri'' olarak niteledikleri Osmanlı kimliğinin yerine; ''etnik açıdan saf, dünya görüşü açısından laik, batılı, modern bir Türk kimliğinin üzerinde yükselecek Türk-Ulus Devleti inşa etmekti.'' Ayşe Hür, Öteki Tarih


''Latin alfabesi, dil devrimi, modern hukuk, laik eğitim gibi düzenlemeler, ''ilmiye sınıfı''nın yerine yeni bir ''aydın tipi'' yaratmayı başarmıştır. Bu inkılapların yarattığı yeni hizmet alanları sayesinde, söz konusu kesim maddi çıkarlar aracılığıyla Bonapartist rejime bağlanabilmiştir. Böylece geniş kitleler üzerinde sınırlı da olsa, bir otorite ve saygınlığa; dolayısıyla da ayrıcalıklara sahip olan bir kesimin yaratılması, bunlar aracılığıyla değişik toplum kesimlerinden kısmi bir destek sağlanabilmesine olanak vermiştir. Bugün aydınların büyük bir bölümünün Kemalizme bağlılıkları ve Kemalizmin gönüllü taşıyıcısı olmaları, ideolojik bir yanılsamadan çok, bu olguyla doğrudan ilgilidir.'' Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası


Hilafet Düşerken'de bahsettiğim on yıllık İngiltere ve Fransa denetiminde ve gözetiminde yapılan devrimlerdir bunlar, hatırlayın. Haim Naum'un; ''Ben size Türklerin dinlerini ve tarihlerini ayaklar altına alacaklarını garanti ediyorum'' derken kastettiği tam olarak da bu değil miydi? Lord Curzon'un; ''Türklerin maneviyatlarını yıktık, bir daha asla kendilerine gelemeyecekler.'' derken, kastettiği tam olarak bu değil miydi?


Kendi tarihine düşman bir nesil yetiştirildi. Osmanlıca denildiğinde hemen muhalefete geçen, 1200 yıllık tarihine ideolojik bir bakışla bakıp düşman kesilen bir nesil yetiştirildi. Batılılar topraklarımıza geldi ve ''Osmanlıca harfler sizi geri bıraktı, İslam sizi geri bıraktı'' dediler ve 1200 yıllık bir tarihi elimizden çekip aldılar. Biz eski harfleri unuturken ve devlet zoruyla evlerdeki eserler bile toplatılırken, batılılar bizim binlerce yıllık eserlerimizi aldılar ve bu bilgileri kullandılar.


Orta Asya'dan Anadolu'ya, Avrupa'ya, Afrika'ya kadar hükmetmiş ve buralardaki medeniyetleri bünyesinde bulundurmuş bir medeniyetin binlerce yıllık tarihi, bir gün içinde tamamıyla yasaklandı. Roma İmparatorluğu ve medeniyeti üzerine kurulmuş bir imparatorluk, sürekli üzerine bir şeyler eklemiş ve kendisini büyütmüş bir medeniyet; sözde çağdaşlaşma ve modernleşme adı altında yok edildi. Paralı efendiler de buna ''ne güzel devrimdir'' dedi.


Tasavvur etmek istiyorsanız, aynı olayı bugüne kopyalayıp yapıştırın. Bugün kesin bir kararla Latin harflerinin tamamen yasaklandığını ve Arap harflerinin, ya da dünya teknolojisinin yönetici olan Japon harflerinin kullanılmaya başlanacağını bir düşünün. Şimdi diyeceksiniz ki; ''E doksan senelik verdiğimiz tüm o eserler, o yazarlar, şairler, tiyatrolar, arşivler, tüm edebiyat eserlerimiz ne olacak? Biz Necip Fazıl'ı, Nazım Hikmet'i, Cemal Süreya'yı, Cemil Meriç'i ve daha tüm diğer bilim adamlarımızı okuyamayacağız!''


90 senelik bir tarih için üzülecek misiniz?
Ben size 1200 yıllık bir medeniyet tarihinden bahsediyorum..

Ondan sonra mikrobu ilk keşfeden bilim adamı olan Akşemseddin'i yalnızca bir din adamı olarak bilirsiniz, çünkü bir tane bile kitabını alıp okumamış, okuyamamışsınızdır. Bilim adamlarınızdan hiçbirini bilmezsiniz. Lagari Hasan Çelebi kimdir desem, hiçbir fikrin olmaz bu konuda. Ama elin çakma kahramanları Newton'u, Edison'u bilmeyeniniz yoktur.


''Latin harfleri bizi geliştirdi mi peki?'' diye sorarsak eğer, halimiz ortada. 1944'ten sonra atom bombası yiyen Japonya, dünyanın en zor alfabesiyle bu noktaya gelmişken; bizler bizi geliştireceğine inandığımız Latin alfabesiyle üçüncü dünya ülkesi olmaktan son yıllarda kurtulduk. Adamlar uzaya mekik gönderirken, biz halkın elinden dinini ezanını almakla meşguldük. Adamlar uçan arabalar üretirken, biz ''başörtülüler okula girsin mi girmesin mi'' diye tartışıyoruz. Bizi nelerle uyuttuklarını göremeyecek kadar kör bırakılmışız.


Ve gelişmeye başlayacaksak, gelişeceksek, yakın tarihimizle hesaplaşmadan bunu yapamayız. Çünkü o yakın tarih, bizim bugünümüzü hipotek altına almış. Hala da o yakın tarihin anormal yasalarıyla boğuşmaktan, ilerleyemiyoruz. Biz birbirimizle laiklik kavgası yaparken, adamlar uzaya çıktılar ve bize oradan el sallıyorlar.


Tarihimizi, kültürümüzü ve birikimimizi toptan ortadan kaldıran bu sistem toptan ortadan kalkmadıkça kendimize gelemeyeceğimiz çok açık..

Selamlar, saygılar..

29 Kasım 2014 Cumartesi

ONE DAY


Selamın aleyküm.

İçinde bulunurken acılar ve kötülükler asla bitmeyecek gibi gelir. Canınızı acıtan her anı saniye saniye yaşarsınız. Zamanın izafi oluşudur bu da. Siz mutluyken, eğleniyor ve gülüyorken zaman su gibi akıp gider. Farkına varamazsınız. Bu kadar çabuk geçmesine de üzülürsünüz.

Bu yüzden, okulu sevmiyorsanız tatiller çok kısa sürer ama okul günleri bitmek bilmez. Ailenizle misafirliğe gittiğinizde, kafa denginiz yoksa ve yaşlıların arasındaki sohbeti çekmek zorundaysanız sıkılırsınız ve o iki saatlik ziyaret size bütün bir günmüş gibi gelir. Fakat playstation oynarken üç-beş saat göz açıp kapayıncaya kadar geçer, ''ne ara bu kadar oldu lan?'' dersiniz.


Bu yüzden her zaman 1 saat, 1 saate eşit değildir. Çok sevdiğiniz biriyle, ya da çok eğlendiğiniz bir şeyle geçirdiğiniz 1 saat; hiç hoşlanmadığınız biriyle veya yapmaktan sıkıldığınız bir şeyle geçirdiğiniz 1 saatten azdır. İkinci denklemdeki 1 saat, birinci denklemdeki 1 saatten uzundur.


Bu bireysel olarak böyledir. Bir de bunun genel insanlık olarak geçerli olan bir denklemi var. İnsanlar için kötü asırlar çok uzundur, iyi asırlar çok kısa. Mesela biz Müslümanlar, ki sadece Müslümanlar değil, dünyanın doğu yarım küresi bir yüzyıldır ne yazık ki çok fazla kötü şey yaşadık. Fakat kafamıza öyle bir fikir yerleşmiş ki, biz tarih boyunca böyleymişiz gibi düşünüyor doğu yarım küreli insanlar. Geçtiğimiz bin yılda tartışmasız dünyaya hükmeden taraf olduğumuz aklımızdan silindi mesela. Çünkü içinde bulunduğumuz yüzyıl, bize bin yıldan daha uzun geldi.


Bazen yüzyıl, bin yıldan uzundur. Bizim yüzyılımız da bin yıldan uzundu.
Normal insanlar, bu bin yıldan uzun olan yüzyılda anormal olarak adlandırıldılar. Sisteme ve düzene epey bir yabancı kalmışlardı çünkü. Onlar içinde bulundukları çağa ayak uydurmayı ve bu çağın insanı olmayı, yani insanlıklarından ödün vermeyi reddettiler. Bu yüzden de bir yüzyıl, onlar için bin yıldan uzun bir hal aldı.


Şimdi size alakasız gibi görünen ama tam da konuyla örtüşen ve pekiştiren bir örnek vereyim;
Gülmek bulaşıcıdır.

Evet.
Gülmek bulaşıcıdır.


''Aşağıdaki paragraflardan hangisi yazının akışını bozmaktadır?'' sorusu sorulsaydı, herkes son yazdığımı seçerdi elbette ki. Şimdi o aptal müfredatın aptal sorularına bir selam çakarak devam ediyorum;


Gülmenin bulaşıcı olması gibi, duygular da bulaşıcıdır. Örneğin iyilik ve kötülük. İkisi de bulaşıcıdır.
Yani yan yana beklediğiniz onlarca insan, arabaların gelmediğini görüp kırmızı ışıkta karşıya geçmeye başlarsa, siz de orada tek başınıza durmazsınız; geçersiniz. Aynı şekilde güvenlik yok diye herkes metrobüse akbil basmadan biniyorsa, siz de basamadan binersiniz.


Diğer yandan da, birlikte yürüdüğünüz arkadaşlarınızın hepsi bir dilenciye para vermeye başlarsa, siz de onlardan biri olursunuz ve siz de para verirsiniz. Otobüsteki gençlerden birkaçı, sonradan binen yaşlılara yer verirse, siz de bir sonraki yaşlı için ayağa kalkarsınız. ''Şu fakir adama yardım toplayalım, bir şeyler alalım'' denildiğinde birkaç kişi atılır ve ''ben varım'' derse, siz de o gruba dahil olursunuz.


Yani insanoğlunda hem iyiye, hem de kötüye meyil vardır. Kimsenin içinde kötülük yok değildir. Asla kötülük yaptığını görmediğiniz insanlar, o duyguyu bastırabiliyor, yenebiliyor demektir. Ki bu da zor bir şeydir. Veya hiç iyi şeyler yaptığını görmediğiniz insanların içinde de iyiliğe meyil yoktur anlamı çıkmaz. Keza o insanlar da, içlerindeki iyiliği yeniyor demektir.


İster ''insan sosyal bir varlıktır'' deyin, isterseniz de ''insanlarda sürü psikolojisi vardır'' deyin; insanlar bir şeyi yapmak, harekete geçirmek için çoğu zaman bir başka insanı veya insanları beklerler. Cesaretleri kırık olduğundan, yaptıkları şeyleri gerek bir suç ortağıyla, gerekse yanlarında olan birileriyle yapmak isterler. Bu yüzden de iyilik ve kötülük bulaşıcıdır. Tıpkı gülmek gibi.


Peki bu bulaşıcılığı başlatanın siz olması gerektiğini hiç düşündünüz mü?
İyi veya doğru bir şeyler yapmanın daha zor olduğu günümüzde, elbette ki iyi olanı başlatmaktan bahsediyorum.

Mesela herkes kırmızıda geçerken, tek başınıza orada beklemek.
Peçete satan o adam veya kadından, ya da çocuktan kimse bir şey almıyorken, gidip elli kuruşa sattığı peçeyi 1 veya 2 liraya satın almak. Ya da 5 liraya...
Otobüste veya kantinde, kafede, yolda, durakta kimse birbirini tanımadığı için herkesin suratı öndeyken ve insanlar artık yalnızca tanıdıkları insanlara selam veriyor ve gülümsüyorken; hiç tanımadığınız o insanların arasına girdiğinizde selam vermek ve gülümsemek.


Tüm bunlar bugün yaşadığımız hayatta epey garip şeyler di mi.. Birçoğunuz okurken ''he yapıyım da beni manyak sansınlar anasını satayım!!'' bile diyordur şuan. Yani insanların hakkımızda düşündüğü veya düşüneceği şeyler, olması gereken en doğal içgüdülerimizin ve insanlığımızın bile önüne geçmiş.


Sorduğunda herkesin iyilik ile alakalı şair misali cümleler kurduğu, fakat iş fiile geldiğinde bunu yapan insanları garipsediği ve kendilerinin de zıddını yaptığı tuhaf bir insan sürüsüyüz şuan.


Ama insanlık dibe vurduğunda, aslında yükselmeye başlamıştı. O normal insanların sayısı koca dünyada bir elin parmakları kadar bir sayıya inmişti. Fakat yok olmadılar. Olmayacaklar da. Çünkü o bir avuç insan, etrafındakilere iyilik bulaştırdı. Dünyayı saran bulaşıcı kötülük virüsüne karşı, bir anti-virüs olarak iyilik virüsü bir salgın gibi yayılmaya başladı. Ve bir gün, yenik durumda olan salgın, galip durumda olan salgını geçecek.


Çok küçük iyiliklerle başlayanlar, bununla yetinemediklerini fark edecek ve daha fazlasını isteyecekler.


Yalnızca bir gülümseme görmek için binlerce dolar harcayan insanlar çıkacak ortaya. İhtiyacı olana akbilini bile vermeye yüksünen insanlar bir gün olmaları gereken yerde olacaklar, dışlanmış şekilde kalacaklar. Onlar 2 liraya verdikleri değerle yaşarken, bizler binlerce liraya vermediğimiz değerle mutlu olan insanlar olacağız bir gün.



Fikirlerimi bazen garip bulanlar oluyor, bu da çok tabii. Bazıları dünya o kadar kötü değil diyor, bazıları da asla o kadar iyi olmayacak.. Bense dünyanın şuan ne kadar kötü bir durumda olduğunun farkındayım ve yakın bir gelecekte de yeterince iyi olacağını biliyorum. Yalnızca kötü şeyler yaşadığımız ve gördüğümüz için, 1 dakikamız 1 dakikadan daha uzun. 1 günümüz ve yılımız, normalde olduğundan çok daha uzun.


Bir gün gelecek, bir günümüz bir gün gibi olacak. Sonra bir gün gelecek; bir günümüz, bir günden çok daha az olacak. Belki bizler o zamana yetişemeyiz, bilemiyorum. Ama en azından o günler için bir nesil yetiştirmeliyiz.

Selamlar, saygılar..

16 Kasım 2014 Pazar

SEKÜLERİZM


Selamın aleyküm.

Çağımızın en büyük fikir dayatmalarından bir tanesi, hatta belki de en büyüğü olan Sekülerizm, ya da diğer adıyla Laiklik meselesini konuşalım sizinle gelin.

Modern anlamda yaklaşık 150-200 yıllık bir tarihi olan materyalizm, imparatorlukların bilhassa da Son İmparatorluk'un yıkılmasıyla yeni bir dünya düzeni olarak kabul edildi. Bundan önceki insanlık tarihinin hiçbir evresinde görülmedik şekilde, devletler tamamen dinlerden uzaklaştırıldı ve seküler hale getirildi. Bu yeni dünya düzeninin, Amerikan Dolarındaki ismini hatırlarsak Novus Ordo Seclorum'du, ki bu da Çağların Yeni Düzeni, Yeni Seküler Düzen demekti.


Yıktıkları çağda yalnızca imparatorlukları değil, din anlayışına dayalı devlet anlayışını da ortadan kaldırdılar. Bunun sonucu olarak da tarihte ilk defa dünya üzerinde seküler yani laik devletler ortaya çıktı. Din anlayışını devletlerden uzaklaştırıp, yalnızca insanların bireysel olarak yaşayacakları inanç sistemleri haline getirdiler. Sistemin adında olduğu gibi, kurulan bu yeni düzen artık tamamen dinlerin devre dışı kaldığı ve materyalist sistemin benimsendiği bir düzen halini aldı.


Bunu yaparken de dünyaya ''Bugüne kadar savaşların hepsi dinler yüzünden meydana geldi, bu yeni çağda ise artık dinler olmayacak, dine dayalı devletler olmayacak, bu da dünyaya barış ve huzur getirecek'' dediler. Fakat geride bıraktığımız bu yüzyıl bizlere savaşların bitmediğini, bilakis arttığını ve buna ek olarak da tek kutuplu savaşlar halini aldığını gösterdi. Güç sahibi batılı devletler, bütün dünyayı istedikleri şekilde sömürdü, istedikleri şekilde kan döktü bu yüzyılda. Karşılarında ise onlara karşı savaşabilecek güçte devletler olmadı hiç.


Bu da bize gösterdi ki, mesele dinler değil; insanlardır. Yeryüzünde hiçbir din olmasaydı, insanlar yine savaşırdı. Çünkü sorun dinlerde değil, insanlardadır. İnsanların savaşması için dinlere ihtiyaçları yoktur, zira gördüğümüz gibi bu seküler yüzyılda da savaşlar ve katliamlar asla bitmedi. Materyalizm ve ateizm dünyaya hakim oldu; dünya hiç olmadığı kadar bir sömürü düzeni yaşadı. Halbuki sistemin sahipleri, bu sistemi dünyaya kabul ettirirken dinlere bağlı savaşların biteceği vaadinde bulunmuşlardı. Öyle olmadığını hep birlikte tecrübe ettik. Tabi bizim ülkemizde hala ''kurtuluş laikliktedir!!!!!'' diyen bu batılı efendilerin köleleri hala yaşamakta. Onlar aslında karşı olduklarını sandıkları şeyin bir ürünü olduklarının ve yine karşı olduklarını sandıkları o sistemi koruduklarının farkında olmayan, beyni hipnoz edilmiş bir güruhtur.


''Sekülerizm ne gibi bir fayda getirdi yeni dünya düzeninin sahiplerine?'' diye sorarsanız eğer şöyle sıralayabiliriz;

1. Bir sömürge yüzyılına girildi. Neredeyse bütün sömürge toprakları da İslam coğrafyasında bulunuyordu. Petrol, altın, fildişi, kauçuk, elmas, doğal gaz, uyuşturucu tarlaları... Bu yüzden önce İslam Devleti'ni yıktılar. Hemen ardından da İslam Birliği olan Hilafeti ortadan kaldırdılar. Devamında ulus devletler kurdular. Kurulan her bir ulus devleti vahşi bir milliyetçilik temeline oturttular. Sömürdükleri her ulusa, birer kurtuluş savaşı verdiler ve sömürgecilerden kurtulduklarına inandırdılar. Bu hareketin sonucunda ulus devletlerin başına geçen her lider, milliyetçilik ve laikliğin kendilerini kurtuluşa ulaştırdığına insanları inandırdılar.


Bunun yanında da dine dayalı devletlerin artık eski çağda kaldığını söylediler. Yeni çağda dinlere yer olmadığını, bunun yerine bilimin benimsenmesi gerektiği fikrini aşıladılar. Bunun sonucunda ise bir dine mensup olanlar kendilerini ''gerici, geri kafalı, çağa ayak uyduramayan'' diye adlandırılmış buldular.


I. Dünya Savaşı sonrasında tüm uluslararası hukuklar çiğnenerek, Filistin toprakları üzerine bir Yahudi Devleti kuruldu. Fakat bu Yahudi Devleti öyle bir yere kuruldu ki, tüm çevresi tamamıyla Müslüman ülkelerle kaplıydı. Türkiye, Suriye, Irak, İran, Ürdün, Suudi Arabistan, Lübnan, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Pakistan, Katar, Yemen, Umman gibi ülkeler İsrail'i tamamen kuşatmışlardı.


Ve şu bal gibi açık ve aşikardı ki, İsrail topraklarını büyütmeye ve Müslüman katliamı yapmaya başlarsa İslami kurallarla yönetilen ülkeler buna asla izin vermezlerdi. İşte tam da bu yüzden bu yeni çağın düzeni ''Seküler'' olmalıydı.


Böylece Müslümanlar İslami kurallarla değil, seküler kurallarla yönetilecek ve İsrail de bölgede kendi hakimiyetini gün geçtikçe güçlendirecekti.

İslam Birliği fikri unutturuldu. Yerine milliyetçilik fikri sokuldu. Çünkü milliyetçilik fikri olduğu sürece Müslüman ülkeler arasında bir birleşme asla olamayacaktı.


Bölgedeki tüm liderleri de kendileri atadılar elbette. Her bir lider, bir kurtuluş sembolü oldu. Sömürgecilere karşı kendi halkını kurtaran bir kahraman figürü oluşturdular bütün sömürge coğrafyasında. O liderler ne yaptıysa, halk tarafından kabullenildi ve korundu. Ne kadar korundu diye sorarsanız eğer, dünyaya bir kez daha bakmanızı tavsiye ederim. Zira kurulan düzen o kadar sağlam kuruldu ki, bölge hala İngilizlerin çizdiği haritalarla idare edilmekte.


2. Seküler düzenin bir diğer avantajı da; tüm dünya ateizm ve materyalizm furyasına kapılmış ve dindar insanların geri kafalı sayılmaya başlanmışken, düzeni kuranlar kendi dinlerini çok daha rahat şekilde yaşayabildiler.

Din, eski kafalı ve cahil insanların inandığı bir fikir olarak lanse edildi. Bütün ünlüler, okumuş adamlar, bilim adamları ve zenginler özellikle ateist ve materyalist insanlar arasından seçildi. Okullar materyalist ve ateist sisteme göre dizayn edildi. Böylece elitlerin bir dine mensup olmadığı, bu gibi şeylerle asla uğraşmadıkları fikri uyandırıldı.


Bu yüzden bugün televizyonda ve orada burada okumuş edalarıyla kendilerini ortaya atan adamların hiçbiri koskoca Amerikan başkanlarının, dünyanın en zengin ailelerinin şeytansı dini inançlara sahip olduğuna inanmaz. Bu yeni çağın, aslında birilerinin hastalıklı dinsel inançları doğrultusunda şekillendirildiğini bilmez. Böylece de bu inanca sahip olan insanlar, dünyada materyalist ve ateist bir toplum yapısı olduğu için, kimsenin böyle şeylere inanmayacağını bilerek çok daha kolay bir şekilde yaparlar işlerini.


Bu yüzyıla sekülerizmi kendileri dikte ettiler. Seküler yani laik devletler, devlet adamları ve bilim adamları yetiştirdiler ve bunları pazarladılar. Ve işin tuhaf yanı şudur ki, 21 Aralık 2012'de girdiğimiz bir diğer yeni çağdan itibaren, materyalizm ve ateizmi yine kendileri çökertecekler. Çünkü 21 Aralık 2012 tarihinden itibaren girilen bu yeni çağ, artık materyalist değil; bilakis olağanüstü şeylerin normalleştiği bir çağ olacak.


Bu dönemde çıkan film ve dizilere dikkat edin, çok büyük çoğunluğu doğaüstü ve olağanüstü konuları işleyen filmler ve diziler olacak. Bu dünyanın asla maddeye bağlı, kurallara bağlı materyalist bir dünya olmadığı fikri insanlara aşılanacak. Taki artık insanlar tarafından bu olağanüstü şeyler tamamıyla normal karşılanıncaya kadar..


Örnek verecek olursak, geçenlerde Lucy diye bir filme gitmiştim arkadaşımla. Filmin konusu; insan beyninin yüzde yüzünü kullanarak yapabilecekleri. Tıpkı Matrix'deki Neo'nun olduğu gibi, Lucy de beynini normal insanlardan daha yüksek seviyede kullanmaya başlıyor. Böylece de cisimleri yalnızca beyin gücüyle uçurabiliyor, kurşunları durdurabiliyor falan. Tabi filmin sonunda da artık beyninin yüzde yüzünü kullanıyor ve yok oluyor; ''ben her yerdeyim, her şeydeyim'' diye bir mesajla da bitiriyorlar filmi. Sonunda insanı ''tanrı'' seviyesine getiriyorlar yani.


Bu tür film ve dizilere dikkat edin, zira önümüzdeki yüzyıl boyunca en popüler konu olacak ve yüzlerce dizi ve film çekilecek bu konuda. ''Secret'' isimli kitapların ve ''Kuantum Düşünce'' yöntemlerinin çok fazla medyada yer bulması da tamamıyla aynı sebeptendir. ''Düşünerek yapabilirsiniz, beyin gücünüzü evrene göndererek birçok şeyi başarabilirsiniz'' mesajı önümüzdeki günlerde çok daha popüler olacak.


Yani yine bir dünya düzeni kurmak için yapılan adımlar bunlar. Tıpkı bundan önce materyalizmi insanlara pazarladıkları gibi, bundan sonra da olağanüstülükleri pazarlayacaklar. Dünyanın ve insanlığın, fizik kurallarına bağlı bir dünyaya mahkum olmadığını anlatacaklar. Bu kapsamda filmler, diziler ve kitapların yanı sıra, ilüzyonistler çoğalacak. Televizyon programlarına bu fikri savunan adamlar çıkartılacak. Ve bu kez de materyalist insanlar geri kafalı olarak adlandırılacak.

Neyse.
Sekülerizme geri dönelim.

Bizim dilimizde daha çok laiklik adıyla bilinir sekülerizm. Fakat sorsan laiklik ne demek onu bile bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Hatta bazıları laikliğin sekülerizm ile aynı şey olduğunu dahi bilmez; bazıları ise buna karşı çıkar. Buna karşı çıkanların büyük çoğunluğu Müslüman olduğunu sanan laikçilerdir çünkü.

Laiklik kelimesini İngilizceye bir çevirin isterseniz, bakın ne çıkıyor karşınıza;


Diğer kelime çevirilerine de bakın isterseniz; Dünyevilik, Dünya İşleriyle İlgilenme..
Kısacası materyalizm. Devletin dinsiz olması.


Yalnız, bu ülkedeki laikliği farklı açılardan ele almak lazım.
Biraz mantık yapacaz şimdi.


Önce etimolojisine bir bakalım; Link
Sonra da Türkiye'de ve İslam'da laiklik ne demektir ona bakalım.


Cumhuriyet ile başlayalım.
Bildiğiniz gibi anayasanın ikinci maddesi, Türkiye Cumhuriyetinin laik bir devlet olduğunu söyler. Dördüncü madde ise, ilk maddenin değişemeyeceğini, hatta değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini belirtir.


Gelin bu maddeleri birlikte inceleyelim şimdi.

Laiklik, okullarda bizlere yıllarca kafamıza çakılırcasına öğretilen Atatürk ilkelerinden bir tanesi. Yine okulda öğrendiğimiz kadarıyla ''din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması''. Yani din ile devlet kurumları, birbirlerinden ayrı kurumlardır ve birbirleri üzerinde tasarruf etme hakkına sahip değillerdir. Din, devlete yasa yapma veya herhangi bir konuda baskı yapamaz; devlet de dine.

Öyleyse kemerlerimizi takalım.


Ve şöyle birkaç soruyla başlayalım;

Madem din ve devlet kurumları birbirleri üzerinde tasarruf edemezler, birbirlerinden ayrıdırlar, birbirlerine karışamazlar, bu ülkedeki devlet nasıl oldu da bir din meselesi olan ezanı Türkçe'ye çevirdi?

Nasıl oluyor da bu ülkedeki camilerin imamlarını ve müezzinlerini devlet atıyor?

Nasıl oldu da devlet Kur'an'ı Türkçeye çevirtip, aslını 1950 yılına kadar yasakladı?

Nasıl oldu da ülkedeki cami arsaları ve camiler satıldı, camilere müdahale edildi?

Bu ülkede imamlar devlet memuru mu, değil mi?

E peki bu nasıl laiklik?


Demek ki, okulda başımıza çakıla çakıla anlatılan, bize dayatılan her şeye inanmayacağız. Bu ülke hiçbir zaman laik olmadı. Her zaman dine müdahale etti. Ezanına müdahale etti, Kur'an'ına müdahale etti, camisine müdahale etti, din adamına müdahale etti, din eğitimine müdahale etti. Hani laiklikte din ve devlet iki ayrı kurumdu ve birbirlerine karışamazlardı? Nasıl oluyor da devlet dine sürekli müdahale ediyor?

Dine müdahale eden devlet laik değildir.
Hakeza din devlete müdahale etmek istese, dine uygun bir yasa çıkaralım dense bütün devlet kurumları ve laikçiler ayağa kalkar bu ülkede. Fakat devlet dine karışırken, kimsenin gıkı çıkmaz. Bizdeki laik kesimden de bir tane ciğer sahibi, vicdan ya da akıl sahibi çıkmaz ki; ''Ulan biz laik devletten yanayız, adamların dinine devlet karışamaz'' desin. Eğer gerçekten laikliği savunuyorsan, bunu demek zorundasın, zira bunun icabı budur. Ama kimse kendini kandırmasın lütfen, ne bu devlet, ne de kendisini laik olarak tanıtan bu insanların amacı gerçekten laiklik falan değil, İslam'a ve Müslümanlara düşmanlık etmek ve onların bu ülkede hiçbir hakka sahip olmamalarını istemektir.


Yıllardır bu cumhuriyet laik olduğu konusunda bütün yurttaşlarını kandırdı. Çünkü laiklik kuralları çiğnendi. Devlet, dine müdahale etti. Din adamlarını kendi bünyesine aldı. Din eğitimini ve camileri kendi bünyesinde eritti. İnsanların inandıkları dinin dilinde eğitim görmelerini, hatta inandıklarını dinin alfabesini bile yasakladı. Demek ki Türkiye asla laik olmadı; dinin karşısında oldu.


Laik arkadaşım, ''Türkiye laiktir, laik kalacak'' diye bi taraflarını yırtan ciğersiz arkadaşım, üzgünüm, kusura bakma ama kıçından uydurduğun elemente inanıyorsun. Cahiliye döneminde olduğu gibi, kendine bir put yapmışsın ve ona tapıyorsun. Başka da bir boka derman olabildiğin yok zaten. Hayatını meydanlarda çığırtganlık yaparak geçirmeyi kendine hayat felsefesi edinmiş, ama konuşmaya kalksan iki kelimeyi yan yana getiremeyecek olan embesil bir zavallısın hepsi o.


Ayrıca aklıma gelmişken sormadan edemeyeceğim;
Bu laik, İslam düşmanı tayfadan olan arkadaşım; bütün düşünce ve fikirlerinin, yeni dünya düzenini kuran adamların çizdiği planlar doğrultusunda olduğunu hiç fark ettin mi?

Yani ulus devlet planı kurdular, sen ulus devletçi oldun.
Milliyetçiliği yaydılar, sen milliyetçi oldun.
Materyalizmi yaydılar, sen materyalist oldun.
Sekülerizmi yaydılar, sen laik oldun.

Bana çağa uydurmak ve çağın hevasına ve modasına kapılmak dışında yaptığın veya inandığın bir şey varsa onu söyle. Ama yoksa, lütfen ayak altında dolaşma.


Neyse, devam edelim.
Buraya kadar olan bölümden anladık ki, sekülerizm yani laiklik denilen şey bizzat yeni dünya düzeninin bir parçasıdır, planıdır, aracıdır. Ayrıca bunun yanında bizlere laik devlet diye yutturulan bu cumhuriyet, dinin karşısında olmuş ve her zaman dine müdahale etmiştir.


Gelelim laikliğin İslam ile olan ilişkisine..

Devlet işlerinde ve yapılan kanunlarda, dinin referans alınmaması temel noktadır laiklikte. Yani din, devlet ve de dolayısıyla halkın, toplumun, insanların üzerinde herhangi bir yasa yapma ve hüküm verme yetkisine sahip değildir. Laik devletlerde din, yalnızca bireysel ibadet ve fikirler bazında kalır. İşte tam da bu yüzden laiklik, İslam ile taban tabana zıttır.


Çünkü İslam, bireysel bir ibadet dini değil; toplumun her anını, her bir hareketini ve kararlarını etkileyen, kapsayan bir dindir. Kur'an-ı Kerim ise İslam dininin anayasasıdır. Ve eğer bir anayasa varsa, buna uyulması için vardır.


Örneğin; Kur'an'da miras kanunu vardır. Mirasın nasıl paylaşılması gerektiği açık, net ve ayrıntılı şekillerde defalarca zikredilir Kur'an'da.

Kur'an'da Miras Kanunları )


Fakat laik devlet, tamamıyla insan ürünü olan ve İsviçre anayasasına dayanan kanunlara sahip olduğu için, Kur'an hükümlerini ve kanunlarını tanımaz. Yani Kur'an; ''Erkeğe iki, kadına bir'' derken, laik devlet bunu tanımaz ''ikisine de bir'' der.


Sonra Kur'an'da toplum nizamı için konulan yasalardan birinde; ''Hırsızlık yapanın elini kesin'' der (Maide,38). Fakat laik devlet; ''Hırsızlık yapana hapis cezası'' der.


İslam Hukukunda nikahta iki erkek veya bir erkek iki kadın olması gerekir, ve bu şahitlerin Müslüman olması lazımdır. Laik düzende ise Müslümanlık değil, TC vatandaşı olma şartı vardır.

İslam Hukukunda erkeğin dört kadın alma hakkı vardır, laik düzende ise bir kadından fazlasıyla evlenilmez.

(Kur'an'da Evlilik Kanunları)


Ve bunun gibi birçok yasa, birçok kanun İslam anayasası olan Kur'an ile, laik anayasanın taban tabana çakıştığını gösterir. Yani Allah ''şunu yap!'' diye emrederken, laik sistemin insanları ''hayır biz bu şekilde yapacağız!'' demekte. Cahiller ve kıt kafalılar için olayı saatlerce uzatabiliriz aslında ama, okuyucularımın ekserisinin akıl ve izan sahibi olduklarını biliyor ve şu ayetle kısaltıyorum;

''Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir.'' Maide,44


Allah'ın indirdiği kanun ve hükümler ile hükmetmeyenler, Allah indinde kafirlerin ta kendileridir. Şöyle bir mantıklı düşünürsek eğer; sen insan eliyle yapılan kanunları, Allah'ın indirdiği kanunlara tercih ediyorsan, bunun adı şirk'tir. Eğer Allah bu kanunlara uymamızı istemeseydi, neden bu kanunları indirdi?


Çok açık bir şekilde kulu, Allah'a tercih etmektir bu. Zira sekülerizm kelimesinin diğer anlamı da dünyevilik demektir, unutmayın. Din devlete karışamaz demek, Allah devlete karışamaz demektir. Allah'ın indirdiği anayasadaki kanunlar yerine, İsviçreli birkaç aciz insanın yaptığı yasaları kabul etmek, kulu Allah'a tercih etmek, Allah'ı değil kulu dinlemektir.

Tam da bu sebepler yüzünden laiklik, sekülerizm tamamıyla ve tam anlamıyla İslam'a zıttır. Küfür düzenidir. Ve bu düzen baştan aşağıya tamamıyla şirkle doludur, şirkle kaplıdır. Çünkü tek şiarı devletin üzerinde hiçbir otoritenin olmamasıdır. İslam'da ise tek otorite Allah'dır.


İslam'da egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil; egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır.
Müslüman devlette vekiller Allah ve Kur'an üzerine yemin eder, laik devletimizde ise Atatürk ilke ve inkılapları üzerine yemin edilir. Şahitlik sırasında Avrupa ve Amerika ülkelerinde İncil üzerine yemin edilirken, bizde Kur'an üzerine yemin edilmez. Kur'an bulundurulması dahi suçtur.


Ama size daha komik olanını söyleyeyim mi?
Bu düzenin efendileri tarafından yetiştirilen ve piyasaya sürülen hoca kılıklı şarlatanlardan biri olan Yaşar Nuri Öztürk; ''Laiklik Allah'ın emridir'' der. Link


Bu yüzdendir ki bu ve bu gibi adamlar televizyon kanallarının vitrinlerinden asla inmezler. Çünkü arkalarında sıkı destekçileri vardır.

Fethullah Gülen de; ''Laiklik Allah'ın bir nimetidir.'' der.
Nasıl bir hipnoz ile karşı karşıya olduğumuzu farketmişsinizdir artık umarım.


E şimdi şöyle bir bakıyorsun, Allah'ın izin verdiğine laik devlet sistemi izin vermiyor; Allah'ın yasakladığını laik devlet sistemi özgür bırakıyor, napacaz biz şimdi?

Şimdi Müslüman olmayanlara burada bir sözüm yok, onlar kendileri için ideal olanı seçiyorlar elbetteki. Lakin Müslümanlar? Onlar nasıl bu sistemi kabullenirler? Nasıl olur da Allah'ın kanunlarını bırakıp da, Allah'ın yarattıklarının kanunlarına tamah ederler, boyun eğerler? Kula kul olmak, işte tam anlamıyla budur.


Müslümana bir soru daha yönelteceğim şimdi;
İslam şeriatının lağvedilip, yerine İsviçre kanunlarının alındığı bir ülke bir Müslüman ülkesi olabilir mi? Müslümanlar özgürlüklerini kazanmış mıdır, yoksa bilakis kaybetmişler midir?

Şunu unutmayın;
Her nerede Müslüman bir çoğunluk varsa ve bu Müslüman halk Allah'ın kuralları ile yönetilmiyorsa, orada Müslümanlar özgür değil, köle edilmişlerdir. Orada Müslümanların özgürlükleri ellerinden alınmıştır. Muhalefet etmek için ağzını her açtığında ''bu vatan böyle kurtuldu'' gibi cümleler sarf eden geri kafalı yobazlar, bu vatan uğrunda savaşanların ''Allah Allah'' diyerek savaştıklarını, hilafeti ve İslam'ı korumak uğruna savaştıklarını, dinlerini yaşayabilmek için savaştıklarını ve öldüklerini asla ağızlarına almazlar. Daha doğrusu alamazlar.


Türbanlıların ve sakallıların devlet dairelerine yıllarca alınmadığı bir ülkede Müslümanlar özgürlükten bahsedebilir mi? Allah'ın emrettiğini yasaklayan bir devlet, Müslümanların devleti olabilir mi? Allah'ın emrettiğini yaptıkları için hapse atılanların olduğu bir ülkede, Müslümanlar köle değil de nedir?


Müslüman siyasetle uğraşmaz dediler bizlere yıllarca. Bizi böyle uyuttular ve uyuşturdular. Çünkü Müslümanların devlete karışmasını istemediler. Lakin Müslüman siyasete karışmaz demek, aynı şekilde Allah siyasete karışmaz demektir. Allah her şeye karışır. Din her şeye karışır. Karışmaz diyen ise bu dinin mensubu olamaz. ''Müslümanım ama laiğim'' diyen arkadaşlar, mezara girdiklerinde Müslüman olmadıkları sürpriziyle karşı karşıya kalacaklar.


Sekülerizm, diğer adıyla laiklik; I. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere'nin başını çektiği batılı siyonist güçlerin dünyaya pazarladığı, hatta dikte ettiği; ilk bakışta dünya toplumlarının kulağına hoş bile gelebilen bir özgürlük ve bağımsızlık ilüzyonudur. Bir sömürü aracıdır. Çünkü Müslüman coğrafyası laik anayasalara dayanırsa, diğer Müslümanların sömürülmeleri kendilerinin umurunda olmayacaktır. Müslüman ülkeler, aralarına milliyetçilik diye bir fitne sokulduğu için, kendi ulus devletlerine dokunulmadığı sürece, diğer Müslümanlara dokunulmasına ses çıkarmayacaktır.


Batılı ülkeler laik olabilir, gayrimüslimler laik olabilir. Ama Müslümanlar laik olamaz. İslam'a inanıyorum ama inanmak dışında hiçbir kuralını, kanunu, yasasını kabul etmiyorum diyen biri Müslüman olduğunu sanan bir Ebu Cehil'dir.


Bugün Müslümanlar bile ulus devletlerin değil de, bir İslam birliğinin olduğunu ve şeriatla yönetilmeyi düşünemiyor. Ulus devletlerin olmadığı bir sistemin ne olduğunu hayal edemiyorlar. Çünkü beyinleri bu çağa göre çalışıyor. Çağın üzerinde düşünemiyorlar. Beyinleri ve hayal güçleri bu sistem tarafından sınırlanmış. Kalın hatlarla çizilmiş bu sınırların dışarısına çıkamıyorlar.


Allah'a ve ahiret gününe iman eden biri, içinde bulunduğu çağın dikte ettiği düşünce ve fikirlere değil; çağların üzerinde olan iman esaslarına göre yaşamalı ve düşünmelidir. Hz. Nuh as da 950 sene yaşadı, kendine inandırabildiklerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmedi o 950 senede. Yani tıpkı bugünkü gibi küfrün hakim olduğu bir çağdı o da. Hz. Nuh'a inananlara aptal, geri kafalı dendi yıllarca. Ama unutmayın ki hak, ona inananların çokluğuyla ölçülmez. Bir kişi inansa da, hak haktır. Doğru doğrudur. Biz Müslümanlara ''bu yüzyılda şeriat mı olur be manyak mısınız siz'' demeleri bizi caydırmamalı. Hatta birtakım Müslümanların bile Allah'ın kanunlarına karşı çıkmaları, kafamızda soru işareti uyandırmamalı. Çünkü deli değiliz. Dünya üzerindeki tek sağlam insanlar olmak bizi deli yapıyorsa, belki de deliyizdir. Akıllı olduğunu söyleyenlerin bu dünyayı kandan kana, sömürüden sömürüye sürüklediği bu çağda; bizlerin deli olduğumuzu düşünmeleri, onlarla aynı fikirde olmadığımız içindir. Ki amacımız da budur. Popüler ve güç sahibi olan akıllılık değil, kimsenin tamah etmediği, bağlı kalmadığı delilik.. Unutmayın ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.


Her gün şehadet etmeliyiz; ''Allah'ım senin kanunların ve emirlerin dışında hiçbir kanunu tanımıyorum. Senin reddettiğin her şeyi reddediyorum.'' diye. Herkesin bir gün içinde defalarca dinden çıktığı bu dönemde, en azından Allah'ın dininde kalabilmeyi denemeliyiz. Allah'a olan akdimizi yenilemeliyiz. Aksi halde Hz. Nuh'un yanında olan bir avuç insan değil; gerçeği görmemekte ısrar eden inkarcılardan olacağız.

Selametle..